DUMAN
“Önünde sonunda herkes kendi kaderinin bağımlısı olur.”
Bana yazdırdığı ilk cümle bu oldu. Moda’da bir kafede, tam karşımdaki masada sessizce oturmuş, biletini satın aldığı bir gösteriyi izler gibi öylece bana bakıyordu. Şu zavallı evsizlerden biri olduğunu sanmıştım önce. Bu hayatta her şeyini, hatta hikayesini bile kaybettikten sonra elinde bir tek bedeni kalmış o yitik insanlardan biri olduğunu... Sonra da önümdeki bilgisayarın aylardır boş duran sayfasına o cümleyi yazmıştım. Bunu da öylesine yazmıştım aslında. Yoksa bu cümlenin bir ay içinde koca bir romana dönüşeceği aklımın ucundan bile geçmemişti. Zaten insan böyle bir şeyi nasıl bilebilir ki! Ama o gün asıl bilmediğim, son bir yıldır doğru dürüst tek bir satır bile yazamamış bir yazar olarak bir kafede oturmuş hiç tanımadığım zavallı bir evsizin gözlerinden hikâye çalmaya çalışırken, onun da aynı yolla bana ait tüm hikayeleri zihnimden tek tek çaldığıydı. Hem de gerçek anlamda.
Moda kafelerinin bildik müşterilerinden değildi. Daha çok şehrin bu kısmına uyum sağlamış yeni nesil bir dilenciyi andırıyordu. Gerçi tam tersi de mümkündü; otuzlu yaşlarında olan bu adam buradaki köşklerden birinde doğup büyümüş, hayata küskün bir münzevi de olabilirdi. Bazen bu ikisini ayırmak gerçekten zor oluyor. Ama ne olursa olsun, insanı rahatsız edecek o itici tiplerden biri değildi. Sürekli çatık kaşlarını ve ara ara titreyen hüzünlü mavi gözlerini saymazsak, narin, hatta güzel bir yüzü vardı. Uzun boyuna oranla biraz zayıf oluşuysa, beslenme alışkanlığından çok yaşamdan kopukluğuyla ilgiliydi sanki. En ilginç yanı da kıyafetleriydi. Üzerindeki her eşya başka başka insanların gardırobundan çıkmış gibiydi. Ama ölçülerdeki bariz tutarsızlık sayılmazsa, yine de kıyafetlerinde bir uyum vardı. Renklerle ya da tarzla ilgili değil de seçkiyle ilgili bir uyumdu bu. Bordo desenli oduncu gömleğiyle, üzerinden düşen ve en az iki beden büyük kahverengi deri yeleği birbiriyle tamamen uyumsuz olsa da ikisi de aynı oduncunun seçimiydi sanki. Masanın üzerindeyse geyik desenli mor bir bere duruyordu. Kıyafetlerindeki uyumla ilgili tek istisna, renkleri birbirinden tamamen farklı ve üzerindeki hiçbir şeyle uyuşmayan pembeli morlu çoraplarıydı.
Tüm bu tuhaflığın arasında en çok ilgimi çeken de masasının üzerinde, geyik desenli mor beresinin hemen yanında duran siyah deri kaplı defteri, daha doğrusu açık duran defterin boş sayfası oldu. Onun da önünde benim gibi boş bir sayfa olması niyeyse bana komik gelmişti. Ben de aramızdaki bu benzerlikten ilham alarak bilgisayarımdaki sayfaya ikinci cümle olarak şöyle yazmıştım:
“İster bir hikâye yazmaya çalışsın ister hayatını bir hikâyeye dönüştürmeye, bazı insanların ilk sayfası hep boş kalacak,”
Bunu yazmamın nedeni de o adamın önündeki defterden çok, hissettiğim yorgunluktu aslında. Tam bir yıldır boş bir sayfaya bakmaktan yorulmuştum artık. Gerçekten de bir roman yazmaktan daha uzun süren tek şey, o romanı yazamamakmış.